Giriş
Decemvirliğin sona ermesinin ardından gelen yıllar Roma için zorlu geçti. Eski sorunlar henüz çözülmemişken yenileri de şehri parçalanmakla tehdit ediyordu. Patrici ve pleblerin güç, zenginlik ve toprak üzerindeki hakimiyet mücadelesi artarak devam etmekteydi. Şehrin nüfusu hızla artarken bu nüfusu yerleştirecek yeterli toprak ve besleyecek yeterli gıda yoktu. Hasat başarısızlıkları, kıtlığın sürekli bir ölüm nedeni olmasına yol açmıştı. Bütün bunlar askeri bir çöküşe yol açmakta gecikmedi. Uzun zamandır kontrol altında tutulan düşmanlar, önceki yenilgilerinin intikamını almak için sıraya girmişti. Romalılar, güneyden ve doğudan gelen Volsci ve Aequi akınları karşısında çaresizdi. MÖ 400’lü yılların ikinci yarısına girerken Roma’nın durumu buydu. Aç, yorgun, zayıf ve moralsiz. Yüzyılın sonuna doğru, Veii karşısında alınan bir zafer Romalılar için bir umut yaratacak olsa da şimdilik hayat kasvetli bir yıpratma savaşından ibaret.
Patrici-Pleb Evlilikleri Sorunu
On İki Levha Kanunları’nın yayınlanmasının ardından, plebler kendilerine karşı kurumsallaşmış bir dizi ön yargının farkına vardı. Özellikle, patrici ve plebler arasındaki evliliklerin yasaklanması eşitlik için verilen mücadelede yeni bir cephe açılmasına neden oldu. Bu yasağın plebler için yarattığı en büyük endişe konusu devletin yüksek makamlarına erişimdi. Konsüllük, pontifex maximus ve ona bağlı alt rahiplikler için görev alabilmenin ilk şartı patrici sınıfına mensup olmaktı. Bir plebin patrici sınıfına yükselebilmesini sağlayan tek yol olan patrici-pleb evliliğinin yasaklanması, dolaylı olarak pleblerin bu makamlara erişiminin engellenmesi demekti. Bu durumda, siyasi ve dini meseleler üzerindeki inisiyatif tamamen patricilere bırakılmış olacaktı. Plebler bu dengesizliğe iki şekilde karşı çıktı. İlk olarak, patrici-pleb evliliklerini tekrar yasallaştırmak için çabaladılar. İkinci olarak, pleblerin de konsüllük için aday olabilmesinin önünü açmaya çalıştılar. İlk istek için verilen mücadele çabucak başarıya ulaşırken; ikincisinin gerçekleşmesi ve bir plebin ilk kez konsül olarak seçilmesi için MÖ 366 yılını beklemek gerekecektir.
MÖ 445 yılında, Gaius Canuleius adında bir tribün patrici-pleb evliliklerinin yasallaştırılması için bir kanun teklifinde bulundu. Patrici kanının saflığının bozulacağını savunan patriciler, bu teklife şiddetle karşı çıktı. Ancak, bu itirazlar yetersiz kalmıştır. Bunun temel nedeni itirazların güçlü bir dayanak noktasından yoksun olmasıdır. Zorunlu dini adak törenlerini gerçekleştirmeye geldiğinde, patrici pleb fark etmeksizin, bütün Romalılar bir patricinin töreni yönetmesi gerektiğine, aksi halde tanrıların güceneceğine inanmaktaydı. Bazı patrici aileler, bu gerekçeyi öne sürerek iki sınıfı karıştırmanın kaçınılmaz olarak tanrıları gücendireceğini iddia etti. Ancak, Roma hukukuna göre, yasal statü, herhangi bir genetik yapı kavramı olmaksızın yalnızca babanın konumunu takip eder. Örneğin, anne tarafından kuzenler arasındaki ilişkiler, aynı aileye mensup olmadıkları gerekçesiyle ensest olarak değerlendirilmemektedir. Bu yüzden, patrici kanının saflığının bozulacağı iddiası yersizdir. Çünkü, patrici bir babanın çocuğu her hâlükârda patrici sınıfına mensuptur. Aldatıcı ırksal iddiaların arkasında, asıl mesele bazı patricilerin ellerindeki gücü plebler ile paylaşmak istememesidir. Bu durum, patrici dayanışmasında çatlaklara neden olmuş ve varlıklı pleb ailelerini kollayan patricilerin baskısıyla patrici-pleb evlilikleri yasallaştırılmıştır.

Konsüler Yetkili Askeri Tribün
Pleblerin konsül olmasına izin verilmesine gelince, patriciler bunu engellemek için hep birlikte olağanüstü bir çaba sarf etmiştir. Patricilerin gözünde konsüllük, pleblerin görev almasına izin verilemeyecek kadar önemli ve kutsal bir makamdı. MÖ 444 yılına gelindiğinde, patriciler hem pleblerin konsüllük talebini yatıştıracak hem de konsüllüğün kendi ellerinde kalmasını sağlayacak bir çözüm buldu. Bunun için, konsüllük makamı askıya alındı ve konsüler yetkili askeri tribün (tribuni militum consulari potestate – military tribunes with consular authority) makamı yaratıldı. Teknik olarak, konsüllük seçimleri yapılmazsa plebler de konsül olamazdı. Böylece, plebler göstermelik de olsa iktidarda söz sahibi oldu ve konsüllük makamında herhangi bir reform yapılmadı. Fakat, bu çözüm kalıcı bir değişiklik olmamıştır. Sonraki 80 yıl boyunca, yönetim söz konusu yılın şartlarına bağlı olarak yeni askeri tribünler ve geleneksel ikili konsüllük arasında değişiklik göstermiştir.
Başlangıçta, Centuriata Meclisi tarafından demokratik bir şekilde seçilen üç askeri tribüne yürütme yetkisi verildi. Yıllar içinde bu sayı önce dörde, daha sonra altıya yükselmiştir. Yürütmenin askeri tribünlere devredilmesi, konsüllüğün kutsallığı korunduğu sürece patriciler açısından sorun değildi. Ayrıca, yöneticilerin sayısı arttırılarak hırsları köreltilmiş, güç sulandırılmıştı. Böylece, pleblerin yönetimde bir konsül kadar güçlü olması engellendi. Ek olarak, askeri tribünlük makamının yaratılması pleblerin konsüllük mücadelesinin şiddetini azaltmıştı. MÖ 444 ile 367 yılları arasında toplamda 51 yıl askeri tribünlere görev verilirken kalan zamanda geleneksel ikili konsüller görev yaptı. Peki, söz konusu yıl için konsüllerin mi yoksa tribünlerin mi seçileceğini hangi faktörler belirliyordu? Konsüller ve askeri tribünlerin seçildikleri yıllardaki askeri faaliyetleri karşılaştırmak bu konuda olası bir cevap sunmaktadır. Dönemin geneline bakıldığında, konsüller ya halihazırda büyük çatışmalar sırasında görev başındadır ya da çatışma tehlikesi ortaya çıktığında seçilirler. Aksine, askeri tribünler büyük askeri hareketler planlanmadığı zamanlarda seçilmişlerdir. Bu durum, askeri tribün adı ile bir zıtlık yaratıyor gibi gözükse de kendi içinde bir mantığa sahiptir. Konsüllük yetkisine sahip plebler, sıradan idari işlerle meşgul oldukları sürece patriciler için kabul edilebilirdi. Ancak, devletin gidişatını etkileyecek kararlar alınacağında ya da kriz anlarında patricilerin kontrolündeki konsüllük devreye girmeliydi. Bu durum, askeri tribün makamının pleblerin konsüllük isteğini yatıştırmak için yaratıldığı algısını güçlendirmektedir.
Patricilerin, plebleri gerçek güçten uzak tutmak için bulduğu bir çözüm daha vardı. Konsüllerin en önemli görevlerinden birisi beş yılda bir nüfus sayımı (census) yapmaktı. Nüfus sayımı, Centuriata Meclisi’nin beş kademeli sistemi içinde vatandaşların statüsünü ve sınıflandırmayı belirlerdi. (bknz. Servius Tullius Reformları) Konsüller, vatandaşları sınıflar arasında aşağı ya da yukarı hareket ettirmekte muazzam bir serbestliğe sahipti. Dolayısıyla, Centuriata Meclisi üzerinde belli bir kontrol sağlamaları mümkün oluyordu. Dahası, nüfus sayımı sırasında bir kişiye vatandaşlık hakkı verilebilir ya da mevcut hakkı geri alınabilirdi. Göründüğü üzere, patricilerin nüfus sayımı üzerindeki kontrollerini sürdürmekte büyük çıkarı vardı. Bu yüzden, askeri tribün makamı yaratılırken nüfus sayımı yapma yetkisi diğer konsüler yetkilerden sıyrılmıştı. Bu yetki, yeni oluşturulan ve ileride en çok imrenilen makamlardan birisi haline gelecek olan “censor” makamına aktarıldı. Censor, sonraki yıllarda toplumsal ahlakı ve devlet hazinesini denetlemek gibi ek görevleri de üstlenecektir. Ancak şimdilik, nüfus sayımını idare etmek yeterince önemli bir görevdir. Senato kararnamesine göre, censor patrici sınıfına mensup olanlar arasından seçilmekteydi. Buna gerekçe olarak makamın ilgilenmesi gereken dini törenler gösterilmiştir. Ancak, büyük olasılıkla bu, pleblerin Centuriata Meclisi’nde asla kendileri için daha elverişli oylama blokları oluşturamayacaklarından emin olmak içindi. Bu siyasi reformlar, Terentilius’un MÖ 462’de On İki Levha Kanunları‘nın yaratılmasını teklif ettiği zaman başlayan döngüyü kapattı. Roma’nın siyasi ve ekonomik yapısı, MÖ 300’lerin ortalarında Samnit Savaşları başlayana dek, pleb ajitasyonunun eksikliği nedeniyle değil, patricilerin safları sıklaştırmış ve daha fazla reforma direnmiş olmaları nedeniyle önemli bir değişiklik görmeyecektir.
Maelius’un Komplosu
Girişte belirttiğimiz gibi, bu dönem Roma için uzun ve sıkıntılıydı. Önümüzdeki elli yıl boyunca bir düzine hasat başarısızlığı bildirildi ve bunu yıkıcı kıtlıklar takip etti. Beslenme eksikliği kaçınılmaz olarak nüfusu daha da azaltan salgın hastalıklara yol açtı. Romalılar, çevre topluluklardan; kuzeyde Etruria’dan, güneyde Magna Graecia ve Sicilya’dan, yardım talep etmek zorunda kaldı. Ancak, bu talepler kabul edildiklerinden çok reddedildi. Roma’nın düşmanları, yıllar süren Roma dominasyonundan sonra şehrin bu hale düşmesine sevinmişti. Düşmanlarının hemen hemen her biri, Roma’nın tükenmiş, yetersiz beslenen ordusundan yararlandı ve Roma’nın nüfuz kaybı korkusu yavaş yavaş alevlenmeye başladı. Bir zamanlar kolaylıkla dağıtılan Volsci ve Aequi göçebeleri artık Roma topraklarında rahatça hareket ediyordu. Bu çaresizliğin ortasında, bazı adamlar erdemlerinin hırslarının arkasında kalmasına izin verdi ve özellikle bir adam kibrinin nihai bedelini ödedi. Spurius Maelius adında, hiçbir zaman önemli bir makamda hizmet etmemiş ancak, Equestrian Sınıfı’na mensup zengin bir tüccar, sağduyusunun izin vermesi gerekenden daha büyük hayaller kurmaya başladı.

MÖ 439 yılında, tipik bir tahıl kıtlığı sırasında, Etruria’dan yiyecek temin etmeye gönderilen Romalı elçiler, Etrüskler’in tahıl için istediği fiyatı küstahça bularak tahıl alımını reddettiler ve Roma’ya eli boş döndüler. Durumu kendisi için bir fırsat olarak gören Maelius, tahıl için istenen fahiş fiyatı ödemeyi kabul etti ve şehre getirttiği tahılı halka bedava dağıtmaya başladı. Halka bedava tahıl dağıtarak onların desteğini alma girişimi Roma tarihinde birçok kez karşımıza çıkacaktır. Maelius’un bu hamlesi de halk arasındaki popülaritesini bir anda arttırdı. Gittiği her yerde cömertliğine yapılan övgülerle karşılandı. Maelius, kendisine hayran kitlelerin ve kişisel servetinin etkisiyle hayaller kurmaya başlamıştı. Hızlı bir şekilde, rüyadan eyleme geçti ve kendisini kral yapmak amacıyla devlete karşı aktif olarak komplo kurmaya başladı. Maelius’un mantığına göre, Cumhuriyet yönetimi halkı korumakta ve beslemekte başarısız olmuştu. Dolayısıyla, halka sahip çıktığı için kendisi kral olmalıydı. Maelius, amacına ulaşmak için pleb liderlerine rüşvetler dağıtmaya ve hamlesini yaptığında kendisini destekleyeceklerini düşündüğü kesimleri gizlice silahlandırmaya başladı. Fakat, Maelius’un komplosu, Maelius’un tahıl sevkiyatlarını denetleyen devlet tedarik kontrolörü (praefectus annonae – prefect of the provisions) Lucius Minucius tarafından öğrenildi. Minucius, kıtlık döneminde yönetime karşı oluşan güvensizliğin ve halkın çaresiz durumunun Maelius tarafından manipüle edilerek tiranlığı geri döndürebileceğinin farkındalığı ve yarattığı panik içinde Senato’ya komplonun haberini ulaştırdı. Senato, Maelius’un komplosunu engelleyebilmek için halk arasında ondan daha popüler ve yaptıklarıyla kendini kanıtlamış bir lidere ihtiyaçları olduğunda karar kıldı. Bu şartlar altında, geçen bölümde kısaca bahsettiğimiz gibi, Cincinnatus ikinci kez diktatör olmak üzere göreve çağrıldı. 80 yaşında ikinci kez diktatör olarak atanan Cincinnatus, Maelius’un komplosunu bir çırpıda boşa çıkardı. Cincinnatus, magister equitum (master of the horse) olarak görev yapan yardımcısı Gaius Servilius Ahala’yı Maelius’u yakalamak ve mahkeme önüne çıkarmak üzere görevlendirdi. Mahkeme önüne çıkmayı reddeden ve kaçmaya kalkışan Maelius, Ahala tarafından öldürüldü. Bunun üzerine, halk arasında bir başkaldırı durumu ortaya çıktı. Cincinnatus, mahkeme önüne çıkma emrini reddeden Maelius’un, mahkeme celbinin kutsallığı ilkesini çiğnediğini öne sürerek Maelius’un katlini meşrulaştırmayı başardı. Düzenin sağlanmasının ardından, Cincinnatus diktatörlükten çekildi.

Fidenae
Maelius’un öldürülmesinin ardından, sonunda Roma ve Veii arasındaki nihai çarpışmaya yol açacak bir dış tehdit ortaya çıktı. Tiber Nehri’nin Roma tarafında bir Etrüsk ileri karakolu olan ancak, bir süredir Roma kontrolünde bulunan Fidenae şehri isyan çıkarmaya karar verdi ve Veii ‘den yardım istedi. Fidenae yöneticileri, halihazırda güneydeki kabilelerle uğraşan Roma’nın Veii ile savaşmaktan çekineceğini ve şehri serbest bırakacağını hesaplamıştı. Ancak, Roma’nın Fidenae üzerindeki kontrolünü kaybetmeye niyeti yoktu. Düşmanlık, Roma’yı kaybedeceği bir savaşa sürüklemek isteyen Fidenae’nin dört Romalı elçiyi öldürmesiyle başladı. Roma bu kalleşçe eylem karşısında hemen harekete geçti fakat iki taraf da kesin bir sonuç elde edemedi. Roma için Fidenae’nin elde tutulması, Tiber Nehri üzerindeki ticareti denetlemek ve Roma’yı kuzeyden gelebilecek saldırılara karşı güvende tutmak için gerekliydi. Ancak, Veii tarafından desteklenen Fidenae, Romalılar ‘ın tüm çabalarına rağmen saldırılara direnmeyi başardı. Bu süreçte, ticaretin kesintiye uğraması da Roma’ya büyük zarar vermişti. MÖ 430 ve 420’li yıllar boyunca Roma; kuzey (Etrüsk), güney (Volsci) ve doğu (Aequi) olmak üzere üç cephede savaş halindeydi. Ekonomik olarak izole edilmiş, politik olarak bölünmüştü. MÖ 425 yılında Fidenae’nin ele geçirilmesi bir nebze rahatlama yarattı. Ancak, Veii hala güçlü bir düşman olarak varlığını sürdürüyordu. Roma, bir süreliğine Fidenae’yi ele geçirmekle yetindi ve Veii karşısında harekete geçmeye çekindi. Veii ise kendi iç karışıklıklarıyla meşgul olduğu için yıpratıcı bir savaştan henüz çıkmış Roma’nın zayıflığından yararlanamadı. Şimdilik, gergin bir ateşkes iki ezeli düşmanı durdursa da ekonomik ve politik çıkarları aynı yörüngede bulunduğundan çarpışmaları çok uzun sürmeyecektir. Ateşkes, Romalılar için bir nefeslenme olanağı yarattı. Böylece, Roma nihai savaşta Veii ‘ye eşit güçle meydan okuyabilecek seviyeye ulaştı.

Sonuç
Sonu Veii ile savaşa çıkacak olan yıllar, Roma için güçlüklerle doluydu. Bunula birlikte, bu süreç içerisinde Romalılar ‘ın bir imparatorluk kazanmasını sağlayan karakterin izlerini görmek mümkündür. Basitçe söylemek gerekirse, Romalılar pes etmiyordu. Yenilmiş, bezdirilmiş, yorulmuş ve bölünmüş olmalarına rağmen savaşmaya devam ettiler. Roma’nın zorluklar karşısında pes etme isteksizliği deliliğin eşiğindeydi. Yıkıcı kayıplara tahammül edebilirler ama teslim olmaktan söz etmezlerdi. Sonraki yüzyıllarda, Roma birçok kez o kadar kötü yenildi ki Romalılar çoktan imparatorluk hayallerinden vazgeçmeli ve tarihin tozlu sayfalarında yer almalıydı. Ancak bunun yerine, ölülerini gömdüler ve asla barış istemeden ve asla geri çekilmeden taze bir ordu kurdular. Roma’nın düşmanlarını en çok korkutan da bu sarsılmaz ilerleyiş olmuştur. Savaş alanındaki lejyonlar bu iradenin canlı örneğidir. Lejyonların serinkanlı, hissiz ve neredeyse mekanik ilerleyişi en büyük ve en korkutucu silahlarıdır. Eğer medeni bir ulus gibi teslim olmak yerine, bir Roma ordusunu kesin bir yenilgiye uğratma cüretinde bulunduysanız; yeni bir Roma ordusuyla karşılaşmanız ve kendinizi çoktan yendiğinizi sandığınız düşmanın boyunduruğu altında bulmanız çok uzun sürmezdi. Bu, Roma’nın hayatta kalma şekliydi.
Bazı kuşaklardan çok şey istendiği ve bazılarına çok şey verildiği sık sık söylenir. Bu nesilden çok şey istenmişti ve onları gururlandıracak bir zafer vaadi bile yoktu. Onların kavgaları, erkekleri meşhur yapan büyük savaşlar değildi. Onlar, hayatlara mâl olan ve kimseye fayda sağlamayan sürekli yıpratma savaşlarıyla kuşatılmıştı. Tarihteki en güvenli, en medeni ve en rahat nesil olarak adlandırılan orta imparatorluk dönemindeki Romalılar ‘ın yaşamı, MÖ 400’lerin sonundaki zayıf ve çaresiz Romalılar ‘ın yaşamı ile en ufak bir benzerlik taşımamakta. Ancak, o geleceği güvence altına alan da kendilerinden çok şey istenen ve kendilerine hiçbir şey verilmeyen bu öncül nesillerin fedakarlığıdır.
Ek
Gelecek bölümde; Roma’nın kendine has Truva Savaşı olarak niteleyebileceğimiz Veii ile yapılan nihai savaşın izlerini takip edeceğiz ve Roma’nın ikinci kurucusu olarak da bilinen Marcus Furius Camillus’u tanıyacağız.
Yazılarımızı beğenmeyi, paylaşmayı ve yorum yapmayı unutmayın.
Bloğumuzla ilgili güncel gelişmelerden haberdar olmak için sosyal medya hesaplarımızı takip edebilir ve e-posta bültenimize abone olabilirsiniz.
Antikite, antik uygarlıklar hakkında yazı, makale ve derlemelerin bulunduğu bir blogdur. Sosyal medya hesaplarımızı takip etmeyi unutmayın:
©2023, Antikite Blog. Tüm Hakları Saklıdır.